dil, çok belalı bir şey. çok belalı, çok belalı. misal, öyle zannettiğiniz gibi, bir dili beşik diliniz gibi biliyor olmak, "gibi"den öte gidemeyen bir haldir. ama bir yandan da misal, bildiğiniz bir yabancı dille insanlarla anlaşmak, kendi dilinizde anlaşmaya çalışmaktan çok daha kolay, çok daha işlevseldir. sınırları vardır herşeyden önce. o sınırlar içerisinde, mümkün olan en iyi şekilde iletişim kurmaya çalışırsınız ve o ok, gideceği yere iyi kötü gider.
beşik dili öyle değildir. prag okulu, foucault'lar, saussure'ler boşuna yırtmadı kendini. bir barthes değilseniz, s/z'yi zor yazarsınız. yedirmezler. kişisel dil diye bir şey var bir kere. gösteren gösterilen aman da söylenen söylenmeyen. zor anlatırsınız. susmak en iyisi. sen gösteriyorsun da, kendi parmağınla gösteriyorsun. uzay boşluğunda, aynı anda iki ayrı şey aynı koordinat üzerinde bulunamaz. karşıdaki kendi parmağıyla gösterdiğiniz şeyi gösterip, bu mu? diye sorsa, bu "o" değil ki artık.
"en inceldikten sonra, ilkel sözcüklerle konuşmak seninle", diyor adamcağız. adamcağız bak ne diyor. insan, bir metne dümdüz, kendini alemden tamamıyla soyutlayarak bakamıyor. dümdüz bakan insana da kötü şeyler söylüyoruz zaten, şimdi söylemeyeyim, cıs. misal, kavga ettiğiniz bir insan size iyi bir şey söylemeye çalışsa da o sözü çoğunlukla anlamlandıramazsınız. gri hücre teyze/amcalar, ilk metne kafayı takmış bir kere. dile kendinizi öyle bir kapatırsınız ki, "n'aber?" diyen insana "sen bana laf mı sokuyorsun?" da diyebilirsiniz. ve o evrende, evet, bir n'aber'den daha büyük bir laf sokma da yoktur zaten.
"ne pis hayat, ne pis devran, ne acayip hayvanlar, ornitorenk mesela, ne yapsak?" dediğinizde, sakince ve derinden "42" diyecek insanları da bulamazsınız. ama her halta da 42 demeye devam etmemek lazım. havası kaçıyor. sonra eeh başlarım 42'ne filan diyorlar. bilinç akımı/akışı, misal. aklındakinin hepsini kussan oracığa, orada mutlaka birilerini kıracak üzecek şeyler var. derdin o değildi. olsun. biri bana gözlükle ilgili bir şey söylese, misal, burnum sızlar. gözümden bulut geçer. bildiğin gözlük işte, aslında, hepimizde var.
bilinç çok açılır bazen, yer yer kahkahalar atarak yer yer usuldan ağlayarak bütün hikayenizi anlatırsınız. on beş dakika önce, sizi anladığı kulak memesinden bile belli olan zat, "evet" der geçer. evet ne be? evet ne? evet ne? (daha da sorayım/yazayım mı?)
geçende, sosyal bilimcilerin dünyayı algılamaları ve pozitif bilimcilerin dünyayı algılamalarına ilişkin farklılıkları anlatıyordum üst düzey bir akademisyene. o sordu vallahi benim suçum yok. kapının kapalı olması, sorunsa; mühendis gider o kapıyı açar. biz, bunun felsefesini sosyolojisini psikolojisini deşe deşe, o odada havasızlıktan ölür gideriz, dedim. adam gitti kapıyı açtı. iyi niyetle ve hayranlıkla baktım zatına. velakin kapının kapalı olması, sorun değildi. sadece bir örnekti.
yeri gelir, milyar yıllık evrende, otuz küsür senelik dünyada, biriktirdiğiniz olanca alt ve üst metinle, ıkına ıkına yüz sayfa yazar, sıkıla sıkıla on saat konuşur, bir insana da o bir tek lafı söyleyemezsiniz: böğrümü deşmiş olman önemli değil. iyi ki geldin, iyi ki deştin. yaşadığımı bildim bir an için.
RENKLİ GÜNLER ^_^
beşik dili öyle değildir. prag okulu, foucault'lar, saussure'ler boşuna yırtmadı kendini. bir barthes değilseniz, s/z'yi zor yazarsınız. yedirmezler. kişisel dil diye bir şey var bir kere. gösteren gösterilen aman da söylenen söylenmeyen. zor anlatırsınız. susmak en iyisi. sen gösteriyorsun da, kendi parmağınla gösteriyorsun. uzay boşluğunda, aynı anda iki ayrı şey aynı koordinat üzerinde bulunamaz. karşıdaki kendi parmağıyla gösterdiğiniz şeyi gösterip, bu mu? diye sorsa, bu "o" değil ki artık.
"en inceldikten sonra, ilkel sözcüklerle konuşmak seninle", diyor adamcağız. adamcağız bak ne diyor. insan, bir metne dümdüz, kendini alemden tamamıyla soyutlayarak bakamıyor. dümdüz bakan insana da kötü şeyler söylüyoruz zaten, şimdi söylemeyeyim, cıs. misal, kavga ettiğiniz bir insan size iyi bir şey söylemeye çalışsa da o sözü çoğunlukla anlamlandıramazsınız. gri hücre teyze/amcalar, ilk metne kafayı takmış bir kere. dile kendinizi öyle bir kapatırsınız ki, "n'aber?" diyen insana "sen bana laf mı sokuyorsun?" da diyebilirsiniz. ve o evrende, evet, bir n'aber'den daha büyük bir laf sokma da yoktur zaten.
"ne pis hayat, ne pis devran, ne acayip hayvanlar, ornitorenk mesela, ne yapsak?" dediğinizde, sakince ve derinden "42" diyecek insanları da bulamazsınız. ama her halta da 42 demeye devam etmemek lazım. havası kaçıyor. sonra eeh başlarım 42'ne filan diyorlar. bilinç akımı/akışı, misal. aklındakinin hepsini kussan oracığa, orada mutlaka birilerini kıracak üzecek şeyler var. derdin o değildi. olsun. biri bana gözlükle ilgili bir şey söylese, misal, burnum sızlar. gözümden bulut geçer. bildiğin gözlük işte, aslında, hepimizde var.
bilinç çok açılır bazen, yer yer kahkahalar atarak yer yer usuldan ağlayarak bütün hikayenizi anlatırsınız. on beş dakika önce, sizi anladığı kulak memesinden bile belli olan zat, "evet" der geçer. evet ne be? evet ne? evet ne? (daha da sorayım/yazayım mı?)
geçende, sosyal bilimcilerin dünyayı algılamaları ve pozitif bilimcilerin dünyayı algılamalarına ilişkin farklılıkları anlatıyordum üst düzey bir akademisyene. o sordu vallahi benim suçum yok. kapının kapalı olması, sorunsa; mühendis gider o kapıyı açar. biz, bunun felsefesini sosyolojisini psikolojisini deşe deşe, o odada havasızlıktan ölür gideriz, dedim. adam gitti kapıyı açtı. iyi niyetle ve hayranlıkla baktım zatına. velakin kapının kapalı olması, sorun değildi. sadece bir örnekti.
yeri gelir, milyar yıllık evrende, otuz küsür senelik dünyada, biriktirdiğiniz olanca alt ve üst metinle, ıkına ıkına yüz sayfa yazar, sıkıla sıkıla on saat konuşur, bir insana da o bir tek lafı söyleyemezsiniz: böğrümü deşmiş olman önemli değil. iyi ki geldin, iyi ki deştin. yaşadığımı bildim bir an için.
RENKLİ GÜNLER ^_^